Kolektivizasyon (SSCB)
Sovyetler Birliği'nde kitlesel baskılar |
---|
Ekonomik baskılar |
|
Siyasi baskılar |
|
İdeolojik baskılar |
|
Etnik baskılar |
Kolektivizasyon (SSCB), Sovyetler Birliği'nde yürütülen kolektivizasyon politikaları. 1929 ve 1935 yılları arasında[1]; kolektif çiftliklerde ve devlet çiftliklerinde toprak ve emeği güçlendirmek için yapılan çalışmalardır.
Kolektivizasyonun tarihî gelişimi
Stalin'in parti liderliğini yaptığı 1928-1929[2]'da başlayan Kolektivizasyon temelde toprak sahiplerinden toprakların alınıp kolektifleştirilmesi fikrini içeriyordu. Böylelikle tarımda özel mülkiyetin yerini geniş ve ortak mülkiyet esasına dayalı tarım alanları alıyordu. Dönemin Sovyet yöneticileri sanayide olduğu kadar, tarımda da köklü bir yeniden yapılanmaya girişilmedikçe sanayileşmenin tehdit altında olduğu düşünülüyordu. Endüstriyel yöntemlerin tarıma uygulanmasıyla sanayide olduğu gibi tarımda da büyük bir atılım gerçekleşeceğine inanılıyordu. Tarımın sanayileşmesi kırsal ekonomide devrim yapmanın en kestirme yolu olarak görülüyordu. Makineler bir kez sabanların (bazı durumlarda kara sabanın) yerini alınca, hızla göz kamaştırıcı sonuçlar alınmaya başlayacaktı.
Kalhoza Katılımlar
1939 sonuna gelindiğinde kolhoz üyelerinin sayısı 29 milyondu, bu da çalışan nüfusun % 46,1'ine denk geliyordu. Bunlara, sovhozlarda (devlete ait tarım işletmeleri) ve benzer tarımsal işletmelerde çalışan 1.760.000 kişi ile Makine Traktör İstasyonlarında (MTS) görevli 530.000 çalışanı da eklememiz gerekir.[3]
Sovyet tarımına etkileri
Sovyet görevlileri harman dövme aşamasına özel bir önem veriliyordu: Bu kritik aşamada, daha köylüler kendi paylarını almadan, devletin tahıl payını toplamak için devlet görevlileri ve özel ekipler gönderiliyordu. Beklenen hasadı değerlendirmek için oluşturulan özel komisyonlar piramidinin tutumu daha da sertti; bunlar, bir sonraki hasadın büyüklüğünü önceden "ilan etmek" ve köylüleri bu şişirilmiş tahminlere göre vergilendirmek için sık sık istatistik hilelerine başvuruyordu. Bütün bu etmenlere bir de Sovyet yönetiminin baskıcı tutumlarının eklenmesi çiftçinin toprağı dürüstçe işleme şevkini kırmış ve köylünün toprağa ve tarla işlerine olan doğal bağlılığının zayıflamasına, hatta yok olmasına yol açmıştır. Köylüler artık enerjilerinin büyük kısmını kendi küçük tarlalarına saklama eğilimindeydiler. Bunlar olmasa sadece köylüler değil ülkenin tamamı açlıktan kırılırdı. Küçük boyutlarına rağmen, bu tarlalar kırsal kesimin ve kentlerin beslenmesinde hayati bir rol oynadı. Köylülerin kendilerini bir sınıf, köylerini varlığını sürdürebilir cemaatler olarak korumak için ellerinde kalan tek şey buydu.
Yıllar sonra, Stalin sonrası dönem üretimi yeniden canlandırmayı amaçlayan pek çok reforma ve iyileşmeye rağmen, otuzlu yılların bu iradeci tarım politikasının mirası utandırıcı bir bedel ödetmeye devam ediyordu: Hâlâ önemli bir kırsal nüfusa sahip olmasına ve "kolektifler"in elindeki uçsuz bucaksız tarlalara ve traktör filolarına rağmen, ülke ABD'den tahıl ithal etiyordu.[2]
Köyden Kente Göç
Çiftçiler üzerindeki bu baskıcı rejimin başta kentlerin "köyleşmesi" olmak üzere, aynı ölçüde belirleyici bir dizi başka sonucu oldu. İş arayan ya da kırsal kesimden kaçan köylülerin akını, kentlerin büyümesini rejim için büyük bir problem haline getirdi. Kentlere kaçış fiilen kitlesel bir kırsal göçtü. Kendilerini tehdit altında hissedenler için tedbir niteliğinde bir önlem, ya da zorla uzak bölgelere gönderilenlerin uğradığı zulmün bir sonucuydu. Kentlere göç, yeni kurulan kalhoz sisteminin henüz mevsimlik görevlerini yerine getiremeyecek kadar zayıf olduğu bir dönemde gerçekleşti. Kentlere kaçanlar arasında binlerce traktör ve biçerdöver sürücüsü ile başka tarım uzmanları da vardı. Bunlar, hızlandırılmış eğitimlerini tamamladıktan sonra, hatta mesleki eğitimleri sırasında kentsel bir ortama kaçmayı tercih ettiler. Bu, insanların tutumlarını değiştirmek için maddi teşvikler kullanmanın iç çelişkisini yansıtıyordu: Devlet onları gidip tarlalarda çalışsınlar diye eğitiyor, ama onlar kente göçmeyi tercih ediyordu.
Toplumsal akışlarla ilgili veriler, kentlere ve kentlerin dışına doğru kaotik nüfus hareketleri, "kırsallaşan" kentleşme, kentsel yaşam tarzına ve zihniyetine damgasını vuran baraka kültürü, şantiyelerde ve kalhozlarda işgücüne uygulanan kötü muamele: Bütün bunlar, özellikle de sonuncusu, bir başka olgu daha göz önünde tutularak değerlendirilmelidir. Şantiyelerin ve işyerlerinin büyük miktarlarda işgücüne ihtiyaç duyduğu bir sırada, yetkilileri ve fabrika yöneticilerini çaresizlik içinde bırakan yüksek bir işgücü devir hızı gözleniyordu. İşçiler fabrikalarını terk ediyorlardı; bu, barış döneminde bile firar sayılan bir eylemdi. Çoğunlukla genç olan bu insanlar yerel yönetimin desteği ve göz yummasıyla gidip doğduklan köylere saklanıyorlardı. Üst düzey yetkilileri bu olguya ve firarlara karşı baskıları yoğunlaştırmaya iten aynı nedenler, özellikle kırsal kesimde yerel yetkilileri, kalhozlara ya da savhozlara katılmak için fabrikalarından ya da başka zahmetli işlerden kaçan gençleri barındırmaya yöneltti. Tekuçka sözcüğü ("işgücünün kendiliğinden hareketliliği" şeklinde çevrilebilir) özellikle ilk yıllarda yaşanan bu çok yönlü nüfus hareketlerinin boyutlarını özetlemeye yeter. Milyonlarca insan ülkeyi bir uçtan ötekine dolaşıyordu: Kentlere ya da büyük şantiyelere akm ediyor, ama bazen buralardan ayrılıyor; kırsal kesimden ve "gulak" olarak mülklerinden edilip sürülme tehdidinden kaçıyor; eğitim görmeye ya da yeni bir işe başlamaya gidiyor, sonra buraları aynı hızla terk ediyordu. Bu değişik tekuçka biçimleri, ülkenin dört bir yanında yollarda ya da trenlerde sürekli hareket halinde olan bir nüfusla, kontrol edilmesi güç, muazzam bir toplumsal hareketlilik yaratıyordu.[2]
Göçlerin önünün alınamayacak kadar artması Sovey tönetimini bu durumu engelleyecek önlemler almaya itmiştir. Ülke içi pasaport ve prapiska (ikâmet izni almak için kentlerde karakollara kayıt yaptırma zorunluluğu) Sovyetlerin ülkede düzeni sağlamak için benimsediği yöntemlerden sadece ikisiydi. Rejim bir yandan her türlü idari ve baskıcı yönteme başvuruyor, öte yandan toplumsal ve ekonomik stratejiler deniyordu.
Kentler, özellikle de büyük kentler ne kadar ilkel olurlarsa olsunlar, köyden yeni gelmiş insanlar için muazzam karmaşık bir dünya oluşturuyordu. Bu iki dünya arasındaki karşıtlığı anlatmak için tek bir örnek vermek yeterlidir: Büyük kentlerde icra edilen meslek sayısı 45.000'e yakınken, kırsal kesimde bu sayı 120'ydi.
Kent yaşamının en aşikâr ve zor yanı olan yiyecek ve konut sıkıntısı, köylü göçmenlerin kentsel-sınai dünyada karşılaştıkları güçlükleri daha da ağırlaştıracak bir kriz durumuna işaret ediyordu. Köyde herkes evinin, hayvanlarının ve hemen hepsini şahsen tanıdığı komşularının tanıdık dünyasında yaşar ve bu tanıdıklık gerçek bir psikolojik ihtiyaç halini alır. Buna karşılık, kentlerin anonim kalabalığı tanım gereği kolayca düşman olarak algılanır. Daha önce bahsettiğimiz diğer özellikler uyumu daha da güçleştiriyordu. Ayrıca, o yıllarda Sovyet kentlerinde ağırlıkla gençler yaşıyordu ve buralara güvensizlik hâkimdi (kentlerde yaygın bir sorun oluşturan olguya "holiganizm" deniyordu). Ama bu, doğrudan köylerinden gelmiş gençlerin özümsenmesini kolaylaştırıyor ve bunlar büyüklerinin değerlerinden hızla uzaklaşıyordu.
Pek çok köylü için zor bir çevrenin tehditleriyle baş etmeninin tek yolu olabildiğince çok köy geleneğini korumaktı. Bu savunmacı tutum, Çarlık Rusyası'ndan miras kalan pek çok kentin kırsal karakterini tekrar canlandırarak, buralarda, Sovyet kentleşmesinin sürekli bir özelliği olarak kalan melez bir ortam ve yaşam tarzını yeniden yarattı. O halde, artık açıklık kazanmış olması gereken bir noktayı bir kez daha vurgulamamız gerekiyor: Stalin Rusyası 1941'de savaşa katıldığında, bu yola girmiş olsa bile, henüz önemli bir kentli sanayi ülkesi değildi. Modernleştirici devletinin biçimi de dâhil, sosyolojik ve kültürel pek çok açıdan kırsal geçmişinin bir uzantısıydı.
Kentsel çevre planlamasının ilkel olması, başlangıç aşamasında bu toplumsal istikrarsızlığın parçası ve önemli bir kaynağıydı[2]. İstikrarın bir ölçüde sağlandığı sonraki yıllarda bile önemli bir sosyolojik özellik varlığını korudu: Kısmen kırsallaşmış kentlere ilaveten, Stalin döneminde nüfusun % 67'si hâlâ kırsal kesimde yaşıyordu ve MTS'lerin traktörlerine rağmen kırsal kesimdeki çalışan nüfusun önemli bir kısmı hâlâ sanayi öncesi koşullarda faaliyet gösteriyordu. Yaşam ortamları, esas olarak, bazen başka köylere komşu olan, ama çoğunlukla dağınık ve yalıtık, küçük veya orta büyüklükte köylerden oluşmaya devam ediyordu. Şüphesiz, çoğunluğu bazı step bölgelerinde ya da Kuzey Kafkasya'da olmak üzere daha büyük köyler vardı, ama bunların sayısı çok daha azdı. Dahası, diğer köylerle paylaştıkları özellikler, bunları büyük kentlerden kesin olarak ayırıyordu.[2] Cemaat içi toplumsal ilişkiler sistemini yöneten komşuluk ağları, ekonomik faaliyetin mevsimsel ritmi ve batıl inançların çok güçlü olduğu son derece dindar bir kültür, kırsal nüfusun günlük yaşamı ve tutumu üzerinde güçlü bir etkiye sahipti.
Sonuçları
Kolektivizasyon büyük toprak sahiplerinden toprakların alınıp çiftçilere adil bir şekilde dağıtılmasını, tarımın devlet denetimindeki solhozlar aracılığıyla yapılım modernleştirilmesini ve kaynakların daha etkin biçimde kullanımını hedeflemişti. Ne var ki tarımın toplumsal yapısı ve üretim sistemi, işçilerin önceden mevcut bir fabrika ve iş sistemine dahil oldukları sanayiden çok farklıydı. Ayrıca bu muazzam ekonomik hamle tahıl tedarikinin giderek zorlaştığı bir sırada gerçekleşti. Tarımın üreticilerin rızasını almadan, zorlayıcı bir bürokratik kararla "yeniden yapılandırılması" muazzam bir köylü kitlesinin mülksüzleşmesiyle sonuçlandı. Bu politikanın öngörülmeyen sonuçları Sovyet tarımı ve devleti üzerinde son güne kadar ağırlığını hissettirmiştir.[2]
Sovyet tarımı, kontrolden çıkan bir modernleştirme girişiminin dramatik bir örneğidir. Devlet kendisine, bütün tarımı tepeden yönetme görevini yüklemiş, halkın büyük bölümü - köylülük- üretim görevlerini ayaklarını sürüyerek yerine getirmiştir. Ve bu bile, kontrol, teşvik ve baskıyı bir arada kullanan dev bir mekanizmanın baskısıyla sağlanabilmiştir.
Yine de, Sovyet tarımının bir üretim tarzı olarak yazgısı ne olursa olsun, bu yeni tarım yöntemleri Rusya'nın toplumsal manzarasında tarihsel bir dönüşüme yol açan süreçleri hızlandırmıştır. Bin yıllık bir kırsal geçmişten yeni bir çağa geçiş yolunda büyük adımlar atılmış, Sınai-kentsel bileşen bütün hızıyla ilerlemiş, kırsal bileşen ise durgunluğa ve çalkantılara rağmen ağırlığını korumuştur.