La dottrina del fascismo
İlgili kuramlar
Öğretiler
Doktrinler
Organizasyonlar
Faşist liderler
Faşist devletler
|
La dottrina del fascismo (Türkçe: Faşizmin Doktrini), Giovanni Gentile tarafından Benito Mussolini için yazılmış; faşizmin temel ilkeleri, öğretileri, faşist devlet yapısı ve faşizmin İtalyan toplumu için uygulanış biçiminin açıklandığı bir denemedir. İlk kez 1932 yılında Enciclopedia Italiana isimli ansiklopedide yayımlanmıştır.
İçerik ve söylemler
Doktrin, ilk olarak şu İtalyanca yazıyla başlamaktadır:
FASCISMO - Movimento politico italiano creato da Benito Mussolini (v.).DOTTRINA Idee Fondamentali.
Doktrindeki önemli söylemler şunlardır:
1. (…) Hiçbir devlet kavramı yoktur ki aslında temel olarak hayatın da kavramı olmasın: felsefe ya da sezgi, mantıksal olarak gelişim arz eden veya bir görüş yahut inançta bir araya getirilen, fakat neredeyse her zaman organik bir dünya algısı olan düşünceler sistemi.2. Bu nedenle, eğer faşizme her zaman, onun hayatı algılayış biçiminin ışığında, manevileştirilmiş bir yolla bakılmamış olsaydı, bir parti organizasyonu, bir eğitim sistemi, bir disiplin olarak onun gerçekçi tezahürleri anlaşılamazdı. Faşizmin dünyası; yüzeysel, bireyin diğer herkesten soyutlanıp tek başına durduğu, kişiye içgüdüsel, anlık zevklerle dolu bencilce bir hayat sürdüren doğa kanunlarının bireyi yönettiği, maddeci bir dünya değildir. Faşizmde birey, bireyin basit zevkler etrafındaki bir hayat içgüdüsünü, zaman ve mekânın sınırlarından bağımsız, daha yüce bir hayat kurmak amacıyla bastırarak, bireyleri ve nesilleri beraberce bir gelenek ve misyona bağlayan bir ahlak kanunu konumundaki ulus ve vatandır. Bahsi geçen hayatta birey, kendini yok saymakla, kişisel çıkarlarını feda etmekle, bizzat ölümün kendisiyle, insan olarak değerinin yer aldığı bu tam anlamıyla manevi varoluşun farkına varır.
3. Yani bu, manevi değer kazanmış bir kavramdır, bizzat kendisi, On Dokuzuncu yüzyılın iradesiz materyalist pozitivizmine karşı modern zamanların gösterdiği genel tepkinin bir sonucudur. Anti-pozitivisttir, fakat pozitiftir: septik değildir, ne agnostik, ne kötümser, ne de pasif olarak iyimserdir, genel anlamda doktrinler (ki hepsi negatiftir) gibi. Söz konusu doktrinler, hayatın merkezini, özgür iradesiyle kendi dünyasını yaratabilecek ve de yaratmak zorunda olan insandan uzağa koyar. Faşizm ise bütün enerjisiyle faaliyette olan, aktif bir insan ister: eylemde olan zorlukların tamamen farkında olup onlarla yüzleşmeye hazır bir insan ister. Hayatı bir mücadele olarak görür ve insana yakışanın, kendisi için gerçekten değerli o hayatı ele geçirmek olduğunu düşünür ve hayatını inşa etmek için gerekli (fiziksel, ahlaki, entelektüel) araçları kendi içinde yaratır. Bu, tek bir birey için böyledir, ulus için böyledir, insanlık için böyledir. Böylece, kültürün her biçimdeki (sanat, din, bilim) yüce değerleri ve eğitimin büyük önemi ortaya çıkar. Böylece, insanın onun vasıtasıyla doğayı fethettiği ve insanlık dünyasını (ekonomik, siyasal, ahlaki, entelektüel) yarattığı işin esas değeri ortaya çıkar.
4. Pozitif hayat kavramı, kesinlikle etik bir kavramdır ve sadece hayatı kontrol eden insan faaliyetlerini değil, tüm gerçekliği içine almaktadır. Hiçbir eylem, ahlaki bir yargıdan ayrılamaz. Dünyada hiçbir şey yoktur ki onun ahlaki amaçlarla olan ilişkisinde her şeyde bulunan değerden mahrum bırakılsın. Bu nedenle, hayat, faşistlerce algılandığı üzere, ciddi, çetin ve dinidir: bu hayatın tamamı, ruhun ahlakı ve sorumlu güçleri tarafından desteklenen dünyada dengede durmaktadır. Faşistler, “rahat” bir hayata tenezzül etmez.
5. Faşizm, dini bir kavramdır ve insan, bu dini kavram içinde, daha yüce bir kanunla ve nesnel bir İradeyle içkin bir ilişkide görülür; bu ilişki, tek bir bireyi aşkın hale gelerek, kişiyi manevi bir toplumun bilinçli üyeliğine yükseltir. Faşist rejimin dini politikalarında, saf çıkarcılıktan başka bir şey görmemiş olanlar, faşizmin bir hükümet sistemi olmasının yanı sıra, bundan da önemli olarak, bir düşünce sistemi olduğunu anlamamışlardır.
6. Faşizm tarihi bir kavramdır ve burada insan, içinde kendisini bulduğu, ailedeki ya da sosyal gruptaki ulustaki ve bütün ulusların işbirliği yaptığı tarihteki manevi süreçle ilgilendiği sürece kendisidir. Hatıralarda, dilde, göreneklerde, sosyal hayat standartlarında, bu önemli gelenek değeri kendini gösterir. Tarihsiz insan hiçbir şeydir. Sonuçta, faşizm, On Sekizinci yüzyıla ait olanlar gibi, materyalist doğanın bireysel soyutlamalarının tamamının karşısında yer alır; bütün Jakoben ütopyalar ve yeniliklere de karşıdır. On Sekizinci yüzyıl ekonomik edebiyatının arzusunda ortaya çıktığı şekilde, dünyada mutluluğun mümkün olduğunu düşünmez ve böylelikle, insanlığın tarihin belli bir evresinde belirli bir sabit duruma geleceğine yönelik bütün amaçsal teorileri reddeder. Bu, kişinin kendisini, daimi bir değişiklikler ve oluşlar zinciri olan tarihin ve hayatın dışına koyması anlamına gelir. Siyasal olarak faşizm, gerçekçi bir doktrin olmayı amaçlamaktadır; uygulamada ise, sadece tarihsel olarak ortaya çıkan problemlerini çözmeyi ve bunlara kendi çözümlerini bulmayı ya da sunmayı amaçlamaktadır. Doğada olduğu gibi, insanlar arasında da harekete geçmek için, gerçeklik sürecine girmek ve hâlihazırda eylem halinde olan güçleri tam manasıyla öğrenmek gereklidir.
7. Bireyselciliğin aksine, faşist bakış açısı devletten yanadır. Devletle uyum içinde olduğu takdirde de, insandan yanadır. Devlet, insanın tarihsel varoluşunda, insanın evrensel iradesinin ve vicdanının kendisidir. Devlet, mutlakçılığa tepki vermek gerekliliğinden doğan ve devletin vicdana ve insanların iradesine dönüştüğü anda, tarihi amacını sonlandıran klasik liberalizmin karşısındadır. Liberalizm, bireyin kişisel çıkarlarında devleti reddetmiştir. Faşizm ise devleti bireyin esas gerçekliği olarak kabul eder. Ve eğer özgürlük, bireyselci liberalizm tarafından tasarlanmış soyut bir kukla değil de gerçek insanın bir sıfatı ise, faşizm özgürlükten yanadır. Ve gerçek olan tek özgürlük ise devletin ve devlet bünyesinde bireyin özgürlüğüdür. Bu nedenle, faşistlere göre her şey, devlettedir; devletin dışında, insani veya manevi hiçbir şey var olmaz ve hiçbir şeyin az da olsa değeri yoktur. Bu bağlamda, faşizm totaliterdir. Tüm değerlerin birliği ve sentezi olan Faşist Devlet, insanların hayatının tamamını yorumlar, geliştirir ve güçlendirir.
8. Devletin dışında ne bireyler ne de gruplar (siyasi partiler, dernekler, sendikalar ve sınıflar) var olabilir. Bu nedenle, faşizm sosyalizmin karşısında yer alır; çünkü sosyalizm tarihin hareketini sınıf çatışmalarıyla sınırlandırır ve devletin tek ekonomik ve ahlaki gerçekliğiyle kurulan sınıflar birliğini görmezden gelir. (…)
9. Bireyler, ilgi alanlarının benzerliğine göre sınıflar oluşturur. Bu ilgi alanlarındaki birbirinden farklı ekonomik aktivitelere göre sendikalar oluştururlar, fakat bütün bunların ötesinde, en başta devleti oluştururlar. Devlet, sayısal olarak, bir ulusun çoğunluğunu oluşturan bireylerin genel toplamı şeklinde düşünülmemelidir. Ve sonuç olarak, faşizm, ulusu çoğunluğa eşit tutan ve o çoğunluğun seviyesine indirgeyen demokrasiye karşıdır. Yine de faşizm, millet niceliksel değil, olması gerektiği gibi niteliksel olarak düşünülüyorsa, demokrasinin en saf halidir. Bu niteliksel düşünme, en güçlü düşüncedir (en ahlaki, en mantıklı ve en gerçek olduğu için en güçlü), bu düşünce, ulus bünyesinde birkaç kişinin ve hatta sadece bir kişinin iradesi ve vicdanıyla eyleme geçer. İşte bu noktada ideal olan, herkesin vicdanı ve iradesiyle aktif olmaya yönelir; yani, ulusu, doğanın, tarihin ya da ırkın mantığıyla olması gerektiği şekilde oluşturan, tek vicdan ve tek irade olarak, gelişim ve ruhsal oluşumla aynı çizgide yola devam edenlerin vicdanı ve iradesiyle. Bir ırk ya da coğrafi olarak belirlenmiş bir bölge değil, tarihi olarak kendini sürdüren bir toplum, varoluşa ve güce yönelik irade olan tek bir fikir tarafından birleştirilmiş çokluk: bizzat kendi bilinçliliği, kişilik.
10. Bu yüce kişilik, devlet olduğu sürece ulustur. On Dokuzuncu yüzyıl ulus devletlerinin siyasal teorilerinin temelini oluşturan eski natüralist algıya göre, devleti oluşturan ulus değildir. Aksine, ulus, kendi ahlak birliğinin farkında olarak, insanlara bir irade ve böylelikle etkin bir varoluş sağlayan devlet tarafından yaratılmıştır. Bir ulusun bağımsızlık hakkı, de facto bir durumun az ya da çok durağan ve bilinçsizce kabulünden, kendi varlığının fikri ve ideal farkındalığından kaynaklanmaz. Bir ulusun bağımsızlık hakkı, aktif bir farkındalıktan, kendi haklarını dile getirmeye hazır ve eylem halindeki siyasi bir iradeden kaynaklanır. Yani zaten var olan bir devletten kaynağını alır. Devlet, aslında evrensel etik irade olarak doğrunun yaratıcısıdır.
11. Devlet olarak ulus, geliştikçe var olan ve yaşayan etik bir gerçekliktir. Gelişimini durdurmak, onu öldürmek demektir. Bu yüzden devlet, sadece yöneten, kanunlara şeklini veren ve manevi hayatın değerini, bireylerin kendi iradelerine bırakan otorite değildir. Kendi iradesini ülke dışında da hissettiren, duyuran ve saygı uyandıran, diğer bir deyişle gelişiminin gerekli bütün yönlerinde, kendisinin evrensellik gerçeğini de gösteren bir güçtür. Sonuç olarak devlet, örgütlenme ve genişlemedir, en azından esas itibariyle böyledir. Bu yüzden o, gelişime sınır tanımayan ve kendi sınırsızlığını test ederek kendisini gerçekleştiren insan iradesine benzetilebilir.
12. Kişiliğin en yüce ve en kuvvetli biçimi olan Faşist Devlet bir güçtür, fakat manevi bir güçtür. Bu güç, insanın ahlaki ve entelektüel hayatının her halini kontrolü altına alır; bu yüzden Liberalizmin arzuladığı gibi, kendisini basitçe, düzen ve kontrol görevleriyle sınırlandıramaz. Bireyin sözde özgürlükler alanını kısıtlayan basit bir mekanizma değildir. Bir bütün olarak insanın biçimi, iç standardı ve disiplinidir; zekânın yanı sıra iradeyi de doygunluğa ulaştırır. Onun, sivil toplumda yaşayan insanın kişiliğindeki esas ilham olan prensibi, bilimadamlarının, sanatçıların, düşünürlerin yanı sıra, eylem adamlarının da derinliklerine işler ve onların kalbinde taht kurar. Faşizm ruhun ruhudur.
13. Kısaca faşizm, sadece kanun koyucu ve kurumların kurucusu değil, aynı zamanda manevi hayatın eğitimcisi ve yükseltenidir. İnsan hayatının biçimlerini değil, onun içeriğini, insanı, karakteri, inancı yeniden oluşturmayı amaçlar ve bu amaçla, disiplini ve insan ruhuna işleyebilen otoriteyi ve de bunların orada karşı konulmadan hüküm sürmesini gerektirir. Bu nedenle onun işareti, Liktorların (Roma imparatorlarını koruyan muhafızlar) taşıdıkları sopalarıdır, birlik, güç ve adaletin sembolüdür.