Finansal sermaye kontrolleri
Bu sayfada, öncelikle parasal kriz teoriyle sermaye hareketlerinin etkileşiminin incelemesi devamında ise, sermaye kontrollerinin geniş bir analiz çerçevesindeki incelemesi mevcuttur.
Parasal Kriz Teorileri
Uluslararası finansal piyasaların içerisinde sürekli ve hızlı bir biçimde hareket eden “spekülatif sermayenin” durdurulması ya da kontrol edilmesine yönelik ilk teşebbüsler Asya krizi sonrasında ortaya çıkmıştır. Asya krizinin önemi, hem büyüklüğünden hem de bulaşılıcılığından kaynaklanmaktadır. Asya krizi öncesinde yaşanan Avrupa Para Sistemi ve Meksika krizlerinin etkileri daha sınırlı kalmıştır. Asya krizi sonrasında yaşanan: Rusya, Brezilya, Türkiye, Arjantin krizleri spekülatif sermayenin durdurulmasına yönelik çabaların daha da kuvvetlenmesine neden olmuştur.
Parasal kriz teorilerine göz atıldığında spekülatif sermaye çıkışlarının krizleri tetiklediği görülecektir. Geliştirilen üç teorik açıklama spekülatif sermayenin çıkış nedenleri üzerine yoğunlaşmıştır.(Ertürk, 2003)
İlk teorik açıklamaya (Birinci parasal kriz teorileri) göre: sabit kur ile uyumsuz para ve maliye politikaları yürütülmesi sonucu ülkenin cari açığının giderek yükselmesi sonucu devalüasyon’dan çekinen sermayenin çıkış yapması sonucu kriz vuku bulacaktır.
İkinci teorik açıklamaya (İkinci parasal kriz teorileri) göre: spekülatif sermaye kendi beklentileri ışığında çıkış yapacaktır. Daha basit düzeyde ifade etmeye çalıştığımızda, sermaye ileriki dönemde ülkenin makro değişkenlerinin bozulacağını düşünerek hareket edecektir. Spekülatif sermayenin varolmayan bir durumun varolacağını düşünerek hareket etmesi ülkeleri zor duruma sokmuştur. Avrupa Para Sistemi krizinin, ikinci parasal kriz teorilerine göre açıklanabileceği düşünülmektedir.
Üçüncü teorik açıklamaya (Üçüncü parasal kriz teorileri) göre: finansal piyasalarda varolan asimetrik bilgi sonucu ortaya çıkan ahlaki çöküntü ve ters seçim spekülatif sermayeyi çıkışa yönlendirecektir. Asya krizi bu çerçevede analiz edilmektedir.
Üç parasal kriz teorisi geliştirilmesinin nedeni, teorilerin yaşanan krizlerle geçerliliklerini yitirmelerinden kaynaklanmaktadır. İlk parasal kriz teorileri 1980’li yıllardaki Latin Amerika parasal kriz teorilerini açıklamaktaydı. Avrupa Para Sistemi krizinde ise, ülkelerin kur politikalarıyla ters yönde bir makro politika gerçekleştirmemelerine rağmen sermayenin çıkış yapması ilk parasal kriz teorilerinin geçerliliğini yitirmesine neden olmuştur. Asya krizi de, ikinci kuşak parasal kriz teorileri tarafından açıklanamamıştır. Asya da fitili ateşleyen sermayenin çıkış nedeni finansal piyasalarda var olan asimetrik bilginin bozucu etkilerinden kaynaklanmıştır. Asimetrik bilgi en basit anlamda ekonomik ajanların birbirlerini hakkında yeteri kadar bilgi sahibi olmamasından kaynaklanmaktadır.
Spekülatif sermaye ve parasal krizler üzerinde yapılan yeni çalışmalar, spekülatif sermayenin çıkışına aslında spekülatif sermayenin kendisinin neden olduğu durumların yol açtığını ortaya koymaktadır. Spekülatif sermaye ülkeden çıkış sürecini kendisi yaratmaktadır. Spekülatif sermaye giriş anında yarattığı sanal(yapay) büyüme etkisiyle eş zamanlı olarak yapay büyümenin olumsuzluklarını da getirmektedir. Kısa sürede spekülatif sermayenin neden olduğu sorunlar, spekülatif sermayenin ülkeyi terk etmesi için gerekli neden olmaktadır.
1980 sonrası gelişmekte olan ülkeleri krizlere sürükleyen spekülatif sermayenin kontrolü iki şekilde gerçekleştirilebilir. Bunlar: uluslararası sermaye kontrolleri ve spekülatif sermayeye karşı ulusal önlemler alınmasıdır.
Uluslararası Sermaye Kontrolleri
Uluslararası finansal reformun gerçekleştirilmesinin dünya üzerindeki bütün ülkelerin lehine olacağı açıktır.Bu düzenlemelerin karşısında, spekülatif sermayenin sınırsız hareketini savunan güçlü bir finansal rantiyer sınıf bulunmaktadır.
Uluslararası finansal reform konusunda öne sürülen görüşler aşağıda belirtilmiştir:
Uluslararası son başvuru kurumu: Mishkin, Meltzer, Fisher gibi iktisatçıların önerisine göre, IMF yeni bir olağanüstü durum kredi fonu oluşturmalı ve bu fonla spekülatif ataklarda son başvuru kurumu işlevi görmelidir.
Uluslararası finansal kriz yöneticisi kurumu: Fisher ve Gianni’ye göre son başvuru kurumunun görevinin sadece “kriz yönetimi” olduğunu vurgular.
Uluslararası iflas mahkemesi: Bu önerinin amacı, ödeme güçlüğüne düşen ülkelere bir soluklanma fırsatı verme, ülkenin tasfiyesini ve yüksek getirili yatırım projelerinin yarım bırakılmasını önlemektir.
Uluslararası mevduat sigortası kurumu: Soros’a göre borç alan ülke, borç alma esnasında borcunu sigorta etmeli ve sigorta primi ödemelidir. IMF ülkelerin alabileceği borç limitini saptamalı ve G7 ülkeleri sigortalanmamış ödeyememe güçlüğünü kabul etmemelidir.
Dünya para otoritesi: Bu öneride dünya üzerinde tek bir merkez bankası olması önerilmektedir. (Yay, 2004: 30)
Ulusal Sermaye Kontrolleri
Tanım
Spekülatif sermaye hareketlerinin dizginlenmesine yönelik 2 türlü önlem olduğunu bilinir. Uluslararası finansal reform, dünya ekonomisini çok derinden etkileyecek bir kriz gelene kadar rafta kalacaktır. Bu bakımdan, gelişmekte olan ülkelerin tümünün ya da bireysel ülkelerin spekülatif sermaye hareketlerini dizginlemek için ulusal düzeyde sermaye kontrollerine başvurması gereklidir.
Sermaye kontrolleri, ülkelerin yerleşik ve yerleşik olmayanların gerçekleştirdiği sermaye işlemleri üzerine getirdiği kısıtlama ve düzenlemelerdir. Sermaye kontrollerinin en etkin ve en sert biçimde uygulamaları Merkantalist dönemde yapılmıştır. Bu dönemde değerin kaynağı değerli madenler olarak görülmektedir. Bu dönemde ülke dışına çıkan değerli madenler ülke adına bir kayıp olarak düşünüldüğünden devletler özellikle sermaye çıkışları üzerine sıkı kısıtlamalar getirmişlerdir (Acar, 2000: 9).
Ulusal Sermaye Kontrollerinin Tarihsel Gelişimi
Modern sermaye kontrolleri savaş harcamalarını finanse etmek için gerekli vergi tabanını sağlamak amacıyla birinci dünya savaşında kullanılmıştır (Nelly, 1999: 15). 1929 yılında dünyayı derinden etkileyen buhranın etkisiyle bazı ülkeler tekrar sermaye kontrollerini uygulamaya başladılar. “Amerika Birleşik Devletleri sadece 1929 ve 1970’lerde sermaye işlemleri üzerinde kontroller uygulamıştır” (Schiffrin 2001:1). 1930’larda ikinci dünya savaşına hazırlanan Avrupa ülkelerinin rakip ülkelere sermaye işlemleri yoluyla zarar vermekte olduklarını görmekteyiz.
Yerel para üzerine yapılan ataklar ülkenin askeri harcamalarını azaltmasına ve kırılganlığının artmasına neden oluyordu. 1930’lu yıllarda dalgalı sermaye hareketlerinin yaşandığı bazı olaylarda stratejik yaklaşımlar göze çarpmaktadır. Fransızların, Avustralya-Alman gümrük birliğini önlemek için 1931’de iki ülke üzerinde finansal atak gerçekleştirmeleri, Nazilerin ise 1933 sonrası Fransızların askeri hazırlıklarını zayıflatmak için gizli girişimleri örnek gösterilebilir (James, 2003: 5). Nazilerin gizli girişimlerinin yanı sıra ülkeden sermaye çıkışını ölümle cezalandırdıkları bilinmektedir.”Nazi Almanyası sermaye çıkışlarını ölümle cezalandırmasına rağmen, sermaye çıkışlarını durdurma da başarılı olamamıştır” (Gottschalk, 2003: 11).
İkinci dünya savaşının hemen sonrasına yöneldiğimizde ülkelerin parasal sistemin bir düzen içine girmesi amacıyla Bretton Woods anlaşmasını devreye koyduklarını görmekteyiz. Bu anlaşma sonucunda yeni bir parasal sistem ve iki uluslararası kurum kurulmuştur. Bu kurumlar ; Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası'dır. Bretton Woods üzerine birçok araştırması olan Cohen: "Birçok insan IMF’in orijinal amacının serbest sermaye hareketliliği olduğunu düşünerek hata yapmaktadır. Tam aksine, 1920 ve 1930’larda parasal ilişkileri bozan sıcak para akımlarına karşı nefreti yansıtmaktadır" (Cohen, 2001: 7) şeklinde görüşünü belirtmektedir
Bretton Woods anlaşmasının ana metnini hazırlayan Amerika hazine bakanı Dexter ile İngiliz temsilci Keynes’in bazı ortak noktalarda birleştiği bilinmektedir. Bu noktalardan biri spekülatif sermayenin sınırlanması konusundadır. “Keynes ve White, eğer finansal sermaye yüksek faiz ve düşük enflasyon arayışında ülkeler arası sınırları özgürce aşabilirse, ülkeler tam istihdam hedefini asla yakalayamayacaklardır” (Crotty, 2000: 6).
Aşağıda yapılan alıntı Keynes’in savaş sonrası dönem için sermaye hareketleri hakkındaki görüşünü açıkça ortaya koymaktadır.
“Sermaye hareketlerinin merkezi kontrolü, hem iç hem de dış ilişkilerde soğuk savaşın sürekli özelliği olmalıdır” ( Crotty, 1995: 7).
Sermaye kontrolleri, Bretton Woods anlaşmasından kabaca 1980’lerin başına kadar kullanılmaktadır. 1980 sonrası ise liberalleşme ve entegrasyon kavramları ışığında kontroller yavaş bir biçimde kaldırılmaya başlamıştır. Çok uzun bir süre sonra değil, 10 yıl sonra sermaye kontrolleri tekrar uygulanmaya başlamıştır. Bu uygulamaların,altın çağ dönemindeki uygulamalarından farkı ise geçici uygulamalar olmalarından kaynaklanmaktadır.
Ulusal Sermaye Kontrollerinin Teorik Nedenleri
İkinci en iyi teorisi
Bilindiği üzere finansal piyasalar da bilgi asimetrisinden kaynaklanan sorunlar finansal piyasaların eksik piyasa koşullarında faaliyet göstermesine neden olur. Sermaye kontrolleri bu noktada ikinci en iyi çözüm olarak görülmektedir. “İkinci en iyi teorisi, iktisadın ideal şeması olan tam rekabetin, bütün sektörlerin hepsinde gerçekleşmediği zaman, elde edilebilen en iyi çözümün ne olacağına, bu çözüme nasıl ulaşılacağına ışık tutmaktadır” (Acar, 2000: 208).
Ekonomik bağımsızlık
Altın Çağ içerisinde sermaye hareketlerinin üzerine getirilen kontroller ülkelerin bağımsız faiz ve döviz kuru politikaları uygulamalarına izin vermekteydi. Böylece ülke içinde düşük faiz oranlarıyla yatırımlar yükselirken, döviz kuru politikası da ihracatın artması yönünde hiçbir baskı olmadan düzenleniyordu. Sermaye hareketlerinin serbestleşmesi ile ülkeler bu iki politika aracının birlikte kullanmadan mahrum kalmışlardır. “İmkansız üçleme hipotezine göre, aşağıdaki üç hedeften sadece ikisi aynı anda gerçekleştirilebilir: döviz kuru istikrarı, faiz politikası, sermaye hareketlerinin serbestisi” (Joshi, 2003: 2).İmkansız üçleme hipotezinin güncel yaşama yansımalarını döviz rejimlerinde görmekteyiz. Sabit kur rejiminde, ülke faiz politikasını, Serbest kur rejiminde ise döviz kuru üzerindeki yetkilerini piyasaya bırakmaktadır. Sabit kur rejiminde faiz serbest kur rejiminde ise döviz kuru piyasaya bırakılmaktadır. Türkiye'nin yaşadığı engin deneyimlerden yola çıkarak bu üçleme hipotezini netleştirelim.
2000 yılında Türkiye'de basitçe sabit kur uygulandığını söyleyebiliriz. Üçlemeye göre bu durumda Türkiye'nin bağımsız faiz politikası yürütmesi imkânsızdır. Faizin seyri sermaye hareketleri tarafından belirlenecektir. Eğer sermaye girişi artarsa faiz düşecek, sermaye girişi azalır ise faiz yükselecektir. Faiz değişkenini dengeleyici bir unsur olarak görebiliriz. Sermayenin yüksek miktarda girişi faizin düşmesi ile azalacak, sermayenin yüksek miktarda çıkışı ise faizin yükselmesi ile azalacaktır. İşte bu noktada para otoritesinin faize müdahale de bulunması bu mükemmel denkliği bozacaktır. Kriz sonrası Türkiye'nin serbest kur rejimi uyguladığı görülmektedir. Üçlemeye göre bu durumda Türkiye'nin döviz kurunu belirlemek gibi bir gücü yoktur. Döviz kurunun seyri sermaye hareketleri tarafından belirlenecektir. Sermaye girişleri yüksek olduğu takdir de yerel para değer kazanır aksi takdirde ise yerel para değer kaybeder. Türkiye'nin teoriye göre bu durumda faizler üzerinde tüm kontrolü elinde tutması gerekir. Ne yazık ki faiz konusundaki teorinin parlak yaklaşımı gerçeği yansıtmamaktadır. Türkiye'nin faiz oranı sermaye girişleri ile ilişkili olarak oluşmaktadır.
Bu durumda bağımsız yerel faiz politikasından bahsetmek yanlış olacaktır. 1990’lı yılların en belirgin özeliği para politikasının yerel amaçları göz ardı ederek uluslararası sermayenin isteklerine boyun eğmesidir. Uluslararası sermayenin faizlerin yüksek seviyede korunması ve enflasyonun düşük tutulması istekleri yerine getirildiği sürece ülkenin genişleyici makro politikalar uygulaması imkânsızlaşacaktır. Bunun tek sebebi daraltıcı para politikasının spekülatif sermayenin ihtiyaçlarına cevap vererek herhangi bir çıkışı önlemeye çalışmasıdır. Sonuç olarak sermaye kontrolleri ülkenin döviz kuru ve faiz araçlarını eş zamanlı olarak kullanabilmesine olanak tanımaktadır. Sermayenin çıkış tehditleri karşısında para politikasının çaresizliğini gidermektedir. “IMF’den finansal yardım almanın ön şartı ya da ülkeye sermaye çekmenin sinyali olan daraltıcı mikro-makro-sosyal politikaların hükümetlere zorla uygulatılması olasılığını azaltmaktadır” (Ocampo, 2000).
Finansal istikrarı sağlama
Sermaye kontrolleri, finansal istikrarsızlığın ana unsurları olan döviz riskini, yatırımcının kaçış riskini, kırılganlık riskini ve bulaşıcılık riskini azaltılmasını sağlayacaktır. (Grabel, 2003)
Döviz riski: Dövizin çok kısa bir vadede önemli derecede değerlenmesi ve değer yitirmesini belirtmektedir. Döviz riski, yatırımcılar tarafından yerli enstrümanların ani büyük alım satımlarını kısıtladığı takdirde azalacaktır. Sermaye kontrolleri yerli paranın konvertibilitesini sınırlayarak ani dalgalanmalardan korur.
Yatırımcının kaçış riski: Likit finansal değerler tutan yatırımcının herhangi bir sorun karşısında yoğun biçimde elindekileri çıkarmasıdır. Sermaye kontrolleri sermayenin girişi esnasında kısa vadeli yatırım tiplerini sınırlayarak kaçışı engelleyecektir. Aynı zamanda çıkışta, çıkış yollarını kısıtlayarak riski azaltabilir.
Kırılganlık riski: Ülkenin özel ve kamu borçlularının cari ödemelerini karşılama yeteneklerini engelleyecek iç ve dış şoklara karşı kırılganlığını belirtir. Kırılganlık riski çok farklı şekillerde ortaya çıkmaktadır. Borçluların vade ve para birimi uyuşmazlıkları içinde olması ve borçluların özel yatırımlarını kaçış riskine eğilimli sermaye ile yapmaları örnek gösterilebilinir. Yatırımcıların belli sektörlerde aşırı yatırım yapması, sonucu yapay büyümelerin ortaya çıkmasıdır. Sermaye kontrolleri kırılganlık riskine giren sermayenin miktarını ya da yatırım kararlarını ve borç vermelerini etkileyerek azaltır.
Bulaşıcılık riski: Ülkenin herhangi bir yerden doğan istikrarsızlığa istemeden maruz kalmasıdır. Sermaye kontrolleri bulaşıcılık riskini finansal bütünleşme düzeyini düzenleyerek ya da yukarıda dile getirdiğimiz riskleri azaltarak önleyebilir.
1990’lı yılların en önemli özelliği gelişmekte olan ülkelerin sürekli finansal krizlere sürüklenmeleridir. 1945 öncesi rakip ülkelerin finansal atakları ve gizli planları yerini sayısız finansal fonun bir arada toplandığı büyük spekülatör fonlara bırakmıştır. Bu fonların iyi ya da kötü niyetli her eylemi gelişmekte olan ülkeleri etkilemektedir. Bu fonların hareketleri diğer küçük yatırımcıları da etkilemektedir. Küçük yatırımcılar özellikle büyük çaplı hamlelerde hamleyi aynı yönde takip etmektedir. Tipik bir “sürü psikolojisi” örneği olarak görülebilir. “Keynes piyasanın hayvani içgüdüleri yoluyla hareket eden özel sermayenin hükümdarlığına bırakılmayacağını belirtmektedir” (Onaran, 2001: 75).
Bebek endüstriler tezi
Bebek endüstriler tezi, Birinci dünya savaşı öncesinde sanayisi henüz gelişmemiş olan Almanya’nın dış rekabete karşı kendini gümrüklerde koruyarak sanayisini belli bir düzeye getirme çabasını teorik düzeyde tanımlayan kavramdır. “Nasıl ki bir bebek önce anasının korumasında gelişir, sonra kendi gücüyle varlığını sürdürebilirse, yeni kurulan sanayilerinde gelişinceye kadar korunması gerekir. Sanayi gelişince gümrükler kalkabilir” (Acar 2000:209) Çok hızlı bir biçimde yerel finansal piyasalarını kuran ve bu piyasaları yabancı spekülatif sermayeye açan gelişmekte olan ülkelerin hata yaptığını hem liberal teorisyenler hem de liberal görüşün öncüsü durumundaki kurum olan IMF kabul etmektedir. Bu noktada gelişmekte olan ülkelerin yerel finans piyasalarını bir bebek gibi korumaya ihtiyaçları vardır. Koruma ise sermaye kontrolleri yoluyla gerçekleştirilecektir.
Ülke içerisindeki sermayenin vergilendirilmesi
Günümüzde önem verilmemesine rağmen ülke içerisindeki sermayenin çıkışları hem vergi tabanında bir boşluk hem de ülkenin dış dengesini etkileyen bir unsur olarak görülmelidir. Ülke içinden dışarıya akan yerli sermaye hareketleri vergilendirilmeyen kazanç olarak görülmelidir. Özellikle kriz zamanlarında yerli sermayenin ülke dışına çıkması ülkelerin içine düştüğü durumu daha ciddileştirecektir. Somut olarak, ülkenin ödemeler bilançosunun içerisinde bulunan hata ve net noksan hesabının yerleşiklerin kayıt-dışı hareketlerini gösterdiği bilinmektedir. Bu hareketin hacmi küçümsenemeyecek kadar büyüktür. Bu noktada yerleşiklerin kayıt-dışı sermaye hareketlerini sınırlama ya da vergilendirme hem ülkenin vergi gelirini artıracak hem de sermayenin başına buyruk hareket etmesi sonucu oluşan finansal sorunlarının önüne geçilecektir.
Ulusal Sermaye Kontrollerinin Türleri
Bu başlık altında hali hazırda uygulanmakta olan sermaye kontrolleri doğrudan ve dolaylı kontroller olmak üzere sınıflandırılacaktır.
Doğrudan Kontroller
Doğrudan kontroller sermayenin doğrudan yasaklanması, sermaye üzerinde belli limitler koyma ve sermaye hareketi için belli izin alma gerekliliği gibi uygulamalarla gerçekleşir. Doğrudan kontrollerin yaptırım gücü çok daha keskin ve güçlü görünmektedir.
Dolaylı Kontroller
Dolaylı kontroller ise sermaye işlemlerinin maliyetini yükselterek dolaylı yoldan sermaye hareketlerini azaltmaktadırlar. İkili ya da çoklu döviz kuru sistemleri, açık veya dolaylı vergileme, yerel finansal düzenlemeler yoluyla dolaylı sermaye kontrolleri gerçekleştirilir.
Çoklu Döviz Kuru Uygulaması
İkili (çoklu) döviz kuru uygulamasında ticaret ve sermaye işlemleri için ayrı döviz kurları öngörülmektedir. Hükümet ticaret için kullanılan kurun istikrarını sağlamaktadır. Sermaye işlemleri için kullanılan kur ise dalgalanmaya bırakılır. Sermaye çıkışı yerel para biriminin değerini kaybetmesine neden olsa da ticaretle uğraşan kesim hükümetten istikrarlı kur şartlarında döviz alacaktır. Özellikle ithalatın maliyetinde bir artış olmayacaktır. Özünde ikili piyasa, yerli para cinsinden açık pozisyon da kalmak için yerli kredi ihtiyacı olan spekülatörün maliyetini yükseltirken, spekülatif olmayan kredi talebinin normal piyasa fiyatından karşılanmasını sağlar
Vergileme
Diğer bir dolaylı sermaye kontrolü uygulaması ise doğrudan vergileme yöntemidir. Sermaye hareketlerinin doğrudan vergilendirilmesi konusunda, Tobin’in 1978 yılında önerdiği vergi günümüzde “Tobin Vergisi” olarak adlandırılmaktadır. “Prof James Tobin, döviz işlemleri üzerinden küçük bir oranda vergi alınmasını ilk kez 1972’de Princeton Üniversitesinde bir konferans içinde gündeme getirmiş, 1978’de ise öneri olarak açıklamıştır” (Smith, 1997: 1).
Prof. Tobin’in asıl vurgusu döviz alım satım işlemleri üzerine vergi konulması yönündedir. Prof. Tobin’i bu düşünceye iten en önemli faktör Bretton Woods sonrası dönemde spekülatif döviz alım-satım işlemlerinin kur dalgalanmalarına neden olmasıdır. Ünlü iktisatçının “Fazla kayganlaşmış olan uluslararası döviz spekülasyonu çarkının dişlileri arasına bir miktar kum serpilmesi” kendi adını taşıyan verginin en basit açıklamasıdır. Tobin vergisi, spot döviz alım işlemleri üzerine getirilen sabit fakat düşük oranlı ad-valorem bir vergidir. Prof. Tobin vergi oranını yüzde 2, 0.5 ve 1 olarak değişik alternatifler şeklinde önermiştir.” 1995’de Fransa Başbakanı Lionel Jospin hükümetin 1995-2000 yıllarına ilişkin projeksiyonlarını açıkladığı konuşmasında “10 yıllık yatırımı caydırmayacak ancak 10 günlük işlemleri cezalandıracak yüzde 1 oranında bir Tobin vergisi önermiştir” (Yılmaz, 2001: 5). “Tobin 1996 yılında dövizin swap ve forward işlemlerine de uygulanmasını önermiştir” (Grabel, 2003: 15). Fakat yazarın ölmeden önce yayınlanan beyanatlarında kendi adını taşıyan verginin amacının dışına çıktığını ve bu vergiyi sahiplenmediği görülmektedir.
Prof. Tobin’in izinden gittiği ünlü akıl hocası J.M.Keynes‘in sermaye işlemlerini vergileme konusunda daha geniş fikirler öne sürdüğünü görmekteyiz. Keynes genel teori adlı eserinde, spekülatif hareketleri minimize etmek için hükümetin transfer vergisi almasını dile getirmiştir. Heteredoks iktisatçılar tarafından bu düşünce “Keynes vergisi” olarak adlandırılmıştır. Keynes vergisi, Tobin vergisinin doğal tamamlayıcısıdır. Zira büyük miktarda dövizin ülkeyi terk etmesi spekülatörlerin ellerindeki kâğıtları boşaltması ile gerçekleşecektir. Keynes ve Tobin vergilerinin, spekülatif sermayenin saldırısına maruz kalan ülkelerin üzerindeki yükü azaltacağı düşünülmektedir.
Llene Grabel iki verginin temel eksiklikleri olduğunu belirtmektedir. Bunlar aşağıda gösterilmiştir.
- Vergiler, yapay şişmelere eğilimli bütün sektörlerde spekülasyonu durduracak şekilde tasarlanmamıştır.
- Bu sektörlerde spekülasyon azaltılsa da, spekülasyonun tamamen yok edilmesi olanaksızdır. Spekülasyon dan sağlanacak gelirin vergiye nazaran yüksek olması durumu örnek gösterilebilir. (Grabel, 2003: 15).
İki verginin (Keynes ve Tobin) öngördüğü vergilemenin ülkeye para girişi-çıkışını büyük spekülasyonların olduğu dönemde durduramayacağı açıktır. Bu noktada, Crotty ve Epstein iki verginin birlikte uygulanmasının tekil sorunları gidereceğini düşünmektedirler. 1990 sonrası ise Spahn adlı iktisatçı iki vergiye bazı eleştiriler getirmiştir. Bunlar aşağıda sunulmuştur.
- Bütün işlemlere vergi uygulanması, spekülasyonla ilgisi olmayan finansal kurumları ve piyasa yapıcılarını cezalandıracaktır.
- Vergilendirilecek işlemler spot işlemlerle sınırlı kalırsa, işlemler finansal türev işlemlere doğru yönelebilir.
- Küçük oranlı bir vergi büyük spekülatif kazançların olduğu bir durumu engelleyemeyecektir. Çok yüksek bir vergi ise finansal aracılık sektörünü olumsuz yöne etkileyecektir (Altınkemer, 2003: 5).
ise iki aşamalı(ayaklı) bir Tobin vergisi önermiştir. Bu öneri aşağıdaki gibidir.
- Her zaman uygulanan düşük oranlı bir genel Tobin vergisi
- Spot döviz işlemleri üzerinden yüzde 2 oranında
- Türev işlemlerden yüzde 0.1
- Spekülatif işlemlerin yoğunlaştığı dönemlerde uygulanacak yasaklayıcı ek vergi (Yılmaz, 2000: 13).
Breton ise benzeri bir öneriyi Asya krizi sonrasında yapmıştır. Önerilen vergi normal zamanlarda yüzde 0.1 oranında uygulanacak, ancak belli bir para biriminin spekülatif saldırı altında bulunduğu tehlikesi hissedilince vergi oranı yüzde 1 ve yüzde 10 arasında caydırıcı bir orana çıkarılacak, kriz dönemlerinde ise vergi oranı yüzde 50 gibi yüksek bir oranda sabitlenecektir.
Kazançsız Rezerv Gereksinimi
Sermaye kontrollerinin, sermayenin dolaylı yoldan vergilenmesi yoluyla da yapılabileceğini söylemiştik. Dünya üzerinde herkes tarafından kabul gören dolaylı vergileme yöntemi rezerv gereksinimi uygulamasıdır. Bu rezerv gereksinimini, ulusal düzeyde bankalara getirilen rezerv zorunluluğunun bir bakıma ülke içerisinde gerçekleştirilen sermaye işlemlerine uygulanması olarak görebiliriz.
Uygulamada yerleşik ve yerleşik olmayanların yaptıkları sermaye işlemlerinin belli bir tutarı kadar miktarı(yerel para ya da döviz) merkez bankası hesabında faizsiz bir biçimde tutulması şart koşulmuştur.” Bu şekildeki bir uygulama “Asimetrik Tobin vergisi” olarak da adlandırılmaktadır. Tobin vergisi sermaye akımının sabit bir oranı kadar bir vergileme yaparken, asimetrik Tobin vergisi , sermayenin giriş ya da çıkışına fark gözeterek uygulanmaktadır” (Ariyoshi, 2000: 70).
Rezerv gereksinimi sermayenin türüne, miktarına ve süresine göre değişiklik gösterebilir. Gereksinimin esneklik özelliği sabit oranda vergilemeye oranla onu daha cazip kılmaktadır. Uygulamada rezerv gereksinimin, Merkez bankası bünyesindeki bir hesapta kazançsız olarak tutulduğunu söylemeliyiz. Bu uygulama, kazançsız rezerv gereksinimi olarak adlandırılmaktadır. “Kazançsız rezerv gereksiniminin amacı; kısa vadeli sermaye girişlerini uzun vadeye yaymak, borç yaratan enstrümanlardan borç yaratmayan sermayeye prim vererek ülkeyi spekülatif sermayenin zararlarından korumak” olarak görülebilir” (Le Fort, 1998) .
Şili 1991 yılında ve Kolombiya 1993 yılında rezerv gereksinimini uygulamaya koymuşlardır. İki ülke uygulama sırasında gereksinimin ağırlığı, zamanlaması konusunda değişik rotalar çizmiştir. Her iki ülkenin düzenlemeleri 3 noktada birleşmektedir.
- Düzenlemeler miktar bazlı değil, fiyat bazlı uygulanmıştır.
- Düzenlemeler sermaye çıkışlarını değil, sermaye girişlerini etkilemiştir
- Düzenlemeler kısa dönemli girişler üzerinde etkili olmuştur.(Davis ve Villar, 2003: 20).
Yerel Finansal Düzenlemeler
Yerel finansal düzenlemeler ise dolaylı yoldan sermayenin spekülatif hareketlerine sınırlamalar getirmektedir. Asya krizi sonrasında ortaya atılan, ahlaki çöküntü ve ters seçim olguları ışığında yerel finansal düzenlemelerin gelişmekte olan ülkelerin finansal entegrasyonlarını daha sağlamlaştıracağı düşünülmüştür. Bu çerçevede finansal sektörün gelişmekte olan ülkelerdeki lokomotifi sayılan bankaların sermaye yeterlilik rasyolarını yükseltmeleri, yapılan işlemleri raporlamaları, risk yönetimine önem vermeleri ülkenin karşılaştığı riskleri sınırlayacaktır. Yerel finansal düzenlemeler vade ve para cinsi uyuşmazlıklarını ve ülkeye akan spekülatif sermayenin içeriğini düzenleyerek ülkeyi finansal çalkantılardan koruyabilir.
Bu düzenlemeler sermaye kontrollerinden ayrı görülmektedir. ”IMF ve diğerleri yerel finansal düzenlemelerin “iyi”, sermaye kontrollerinin “kötü “ olarak göstermesi ideolojik bir ayrımın göstermektedir” (Epstein, 2003b: 2).
“Yerel finansal düzenlemelerin sermaye kontrollerinin tamamlayıcısı olduğu çok açıktır. Pratikte de yerel finansal düzenlemeler ile sermaye kontrolleri birbirinden ayrılamaz” (Ocampo, 2000).
Kaynakça
- Yılmaz,Engin, "Türkiye'de Finansal Krizlerin Nedeni Olarak Sermaye Hareketleri ve Kontrolüne Yönelik Önlemler", Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir 2004
Ayrıca bakınız
- Finansal sermaye kontrolleri uygulamaları
- Sıcak para
- Türkiye'de finansal serbestleşme