Lütfi Filiz
Lütfi Filiz, (d.1911, Tire, ö. 2007, Tire) Neyzen ve Sufi.
Hayatı
1911 yılında İzmir'in Tire ilçesinde dünyaya geldi. Onüç yaşına kadar öğretim hayatına devam etmiştir. Hayatını elli altı yıl boyunca saatçilik yaparak sürdürdü. Otuzdört yaşında Mevlevi-Melami Osman Dede ile tasavvuf hayatına dahil oldu. İkinci hocası Kenzî Aziz Şenol oldu.
Lütfi Filiz'in hayatındaki en büyük değişim otuz dört yaşındayken gerçekleşmiştir. İçinde durmak bilmez hakikat arayışı, onu ilk efendisi Osman Dedeye kavuşturdu. Osman Dedeyi tanıyıncaya kadar olan hayatında şeri kurallara sıkıca bağlı olan Lütfi Filiz'in hakikat ilmini öğrenmeye başlamasıyla hayatında pek çok şey değişmeye başladı. Babası Bektaşi olan Osman Dede, Melami mertebelerini tamamladıktan sonra bin bir gün çilesini Kahire Ateşbâz-ı Velî Asitânesinde doldurmuş bir Mevlevî dedesi idi. Kahire'den dönüşünde, önce Konya'ya geçmiş, oradan davet üzerine hayatının son beş yılını geçireceği Tire'ye gelmiştir.[1] 14 Aralık 2007'de vefat etmiştir.
Tasavvufi Yönü
Lütfi Filiz yirminci yüzyıl Türkiye'sinde yaşamış Ekberi sufileden biri olmuştur. Çeşitli kültürel, dini, politik vs. sebeplerle Osmanlı'nın son dönemlerinden itibaren tasavvuf camiasında ekberi sufilerin sayısının gittikçe azaldığı müşahade edilmektedir. Bu gerçeğe karşın az sayıda sufi ekberi tasavvuf neşvesini yaşamış ve dillendirmiştir. Lütfi Filiz de bu sufiler arasında zikredilebilir. Az sayıda eser vermiş olan Filiz görüşlerini kitaplarıyla ve sohbetleriyle talebeleri ve ilgili kesimlerle paylaşmıştır.
Lütfi Filiz'in bir diğer özelliği sufi büyüklerinin önceki yüzyıllarda kullanmayı tercih ettikleri rumuzlu, sembolik dil yerine daha dolaysız bir dil ile tasavvufi gerçekleri aktarması ve bazı sembolleri ve kıssaları yorumlamasıdır.
Eserlerinden Alıntılar
- Kur´an’da geçen Hazret-i İbrahim kıssasında onun, “ İnanıyorum, ama kalbim mutmain olsun istiyorum ” <2-260> deyişi ve bunun arkasından cereyan eden olaylar, yani dört kuşun dörder parçaya bölünüp, tekrar birleştirilmesi olayı; keza Firavun ile Hazret-i Musa arasındaki Nil’i ters akıtma konusundaki iddiada, Firavun’un sabaha kadar ağlayarak: “ Ey Musa’nın Allah’ı bana yardım et, beni teb’amın yanında mahcup etme” şeklindeki duasını duyup, kabul ederek ona Hazret-i Musa karşısında geçici bir üstünlük vermiş olması, O’nun varlığının ve kullarını işittiğinin delilleridir. Son olayda pek çok incelik vardır. Bunların başında da Allah’ın, kendisine inansın, inanmasın tüm yaratıklarda mevcut olduğu ve kulları arasında ayırım yapmadığı, onlara bir zarar vermeyecekse, dileklerini kabul ettiği hususu gelir. Onun için belirli bir dini benimsemiş olanlar, kendi dinlerinden olmayanları kâfir olmakla suçlasalar bile, Allah, hepsinin Allah’ı olduğunu göstermektedir.
- En Büyük ‘Hayrülmâkiriyn’ dir.. Bu söz bize değil, kendine aittir. Kur’an’da: “ Mekrettiler ve Allah ta mekretti, Allah mekredenlerin hayırlısıdır ” (3-54) diyen kendisidir. Ancak O’nun yaptığı mekir (hile) bizimki gibi zararlı değil, kulları için faydalı hilelerdir. Allah’ın yaptığı en büyük hile, Hazret-i Musa’nın dediği gibi, dünyayı bize var göstermesidir. Eğer öyle olmasaydı insanlar şu üç günlük ömürlerinde dünyaya ve dünya malına tapmaya kalkarlar mıydı ?
- Kullugun son noktasına gelen insan hiçtir ve Hep’e ayna olmustur. Hep, kendini hiçe ulaşan kulunda görmeye başlar.
- İlahi âlemde ene, ente ve hüve vardır, ama halk bunu bilmedigi için gerek şiir, gerekse nesirde hüve hitabını kullanmak gerekir. Çünkü, ene kullanılırsa, insanın, her an Mansur’un durumuna düsmesi mukadderdir. Ente kullanıldıgında ise, insana tapılmakta oldugu zannı uyandırılmıs olur. Onun için hüveyi kullanmak lazımdır. Hazret-i sah-ı velâyet’in bazı sır noktaları açıklamayısının sebebi budur. Bu hususta, halk arasında; "Dayanamayıp, kuyuya söylemiş, ama oradan bir kamış çıkmıs, o kamış sırrı açıklamış" diye bir masal bile anlatılmaktadır. Bunun esası: "Söylersen sırrı dostuna, dostunun dostu vardır, o da söyler dostuna" cümlesiyle özetlenmistir. Bu sebeple bazı şeyleri ifşa etmemek gerekir.
- Burada tevhidi ve mertebeleri, ahadiyete varıncaya kadar, sözle anlatıyoruz. Ama, bu anlatılanları yasamadan idrak etmek mümkün değildir. Bunu sözle anlamaya çalısmak: "Allah’tan baska ilah yoktur, Muhammed Alah’ın resûlüdür" diyenin Müslüman olmasına benzer. Böylelerine ancak: "Dil Müslümanı" denebilir. Gerçek anlamda Müslüman olup, selamete çıkmaksa; (ki bizim egitimimizin amacı budur) kelime-i tevhidi yasamakla mümkündür.
- Tevhit ehli nazarında masiva diye bir kavrama yer yoktur. Masiva tevhitle yeni ilgilenmeye baslayanların dikkatini bir noktada toplamak için ortaya atılan bir kavramdır. Isin aslı ögrenilip, Hakk’tan baska bir sey olmadıgı idrak edildiginde, masiva diye bir seyin olamayacagı da anlasılmıs olur.
- Bir insan, tahakkuk etmeden önce: "Ene" derse, gaflette demektir ve zamanı gelince, o: "Benim" diyenin hiçbir sey olmadıgı meydana çıkar. Yerin altı, gelip: "Benim" dedikten sonra gidenlerle doludur. Ancak, tahakkuk ettikten sonra: "Ene" diyenler, büyük zatlar oldukları halde, zahirde bir sey görünmedigi için, seriat erbabınca yadırganmıs ve beseri kisve varken Allah olunamayacagı için, yok edilmislerdir. Çünkü, Allah’ta yemek, içmek, uyumak gibi acziyet gösteren hiçbir sey yoktur. Âyet-ül kürsî’de: "Onda uyku ve uyuklama yoktur" <2-255> denmektedir. Bu nedenle insan, Allah olamaz, ama Allah’sız da değildir. Onun için burayı çok iyi bilmek ve anlamak lazımdır. Insan olarak Allah’sız olmadıgımızı bildirmek için Allah’a layık kul olmak gerekir ki, bizden beklenen de budur.
- Tevhit maddeyi de, manayı da içerir. Sadece manaya dönüp, maddeyi inkâr etmek dogru değildir. Insana her ikisi de lazımdır, ama her ikisinin de sahibinin bilinmesi sartıyla...
- Bir insan: "Dünyaya çıplak geldim, çıplak gidecegim" düsüncesine ulasırsa, o zaman tevhidi bulmus ve ehl-i tevhide uygun hareket etmis olur. Böylelerinin arkasından dünya kosturmaya baslar.
- Melamilik en kolay anlaşılan ve çabuk terfi edilen bir yoldur.
- Kalp temizliği mevcut olduğu takdirde, hiçbir dini ve din mensubunu inkar etmemek lazımdır. Çünkü, Kur'an'da böyleleri için, "Onların yüzlerinde secde izi vardır, ama bu ancak Tevrat'taki veya İncil'deki misal üzerinedir" (48-29) diye yazmaktadır. Ama uygulamaya gelindiğinde, her din ve inanışa bağlı olanlar, kendileri gibi davranmayanları kâfir olmakla suçlamaktadır. Hıristiyanlar ve Museviler, kendi dinlerinden olmayanlar kâfir dediği gibi, biz de tüm diğer dinlere mensup olanları aynı şekilde itham ederiz. Aynı durum, aynı dine inandığı halde, o dinin farklı mezhep ve tarikatına mensup olanlar için de geçerlidir. Bu konuda herkesin kendi açısından haklı olduğu "Sizin kulluk ettiğinize ben kulluk etmem, siz de benim kulluk ettiğime kulluk etmiyorsunuz." (109-2,3) ayetiyle bildirilmiştir.
- Allah, kâinatı bir rumuz olarak yaratmış olduğu için, kitap-ı kâinat olan Kur'an da rumuzludur. İrfaniyyeten amaç, bu rumuzları çözerek kitabı okumaktır.
- Kur'an okumak, seyr-i sülûk dairelerini tamamlamak demektir. Yoksa Mushaf'ı okumak değildir. İnsan gelişmedikten sonra istediği kadar Mushaf okusun ve tekrarlasın, hatmetsin, ona ne faydası olacaktır?
Eserleri
- Noktanın Sonsuzluğu (4 cilt)
- Fani Divanı
- Evveli Nokta Ahiri Nokta (otobiyografi)